İstanbul Fuarları Art-İst 2001- 11.İstanbul Sanat Fuarı kapsamında düzenlenen Tüyap Sanat Eleştirmeni Yarışması seçici kurulu, Serdar Aydın’ın, Ressam Atilla İlkyaz’ın çalışmalarını incelediği “Gölgeler Kentinde Yitik Bir Ben İçin Adlandırma Denemesi :“. . .Şimdi Haberler” adlı yazısını Sanat Eleştirmeni Ödülü ile Sanat Galericileri Derneği Özel Başarı Ödülü’ne değer buldu. (08 EKİM 2001)
[color:66a1=yellow:66a1]GÖLGELER KENTİNDE YİTİK BİR BEN İÇİN ADLANDIRMA DENEMESİ :
“. . .ŞİMDİ HABERLER” “Çünkü çok hikmette çok keder var; ve bilgi artıran dert arttırır.” *(1)
“Hayat o denli utanmaz ki, ancak bir domuz ondan zevk alabilir.” *(2)
60’lardan sonra gelişen sanat akımları, sanat nesnesi ile ilgi içerisinde bulunan öznenin konumunu kökten değiştirdi. Bu süreçte, sanatın ne olduğu, ne olmadığı üzerine sorulan sorular, sanat nesnesini alımlamaya / algılamaya “aday” öznenin niteliklerini de çeşitlendirdi. “Kavramsal sanat” başta olmak üzere, gelişen akımlar, alımlayıcı özneden çeşitli donanımlara sahip olmasını önsel (apriori) olarak istedi. Genel anlamıyla “edilgin” olan alımlayıcı özne, sanatsal üretimde etkin olarak yer almaya başladı. Bu durum, sanatsal üretimi, sanat ürününü ve ürünün formunu, sunuluş şeklini vb. nitelikleri gerek kuramsal gerek kılgısal açıdan farklılaştırdı. Sonuçta, güncel sanatı algılayabilmek için, hazcı yaklaşımın dışına çıkmak; çeşitli alanlardan bilgi birikimine, kavramlara ve kavram açılımlarına sahip olmak bir gereklilik haline geldi. Bu anlamda, eğretileme (metaphor) ve düzdeğişmecenin (metanomy) önemli kavramlar olduğunu düşünüyorum.
Bir düşünüş biçimi olan eğretileme ve düzdeğişmece, uygulamadaki çeşitlilikleri ve nitelikleriyle, güncel sanatı kavramada verimli iki kavramdır. Birbiriyle ilişkisi olan ya da olmayan iki sözcüğün bir bağlam içerisinde çakıştırılması ile oluşuyor “eğretileme”. Asıl ile suret, ya da resmi yapılan ile resim arasındaki “yerine geçme” ilişkisi, hem eğretilemenin hem de resim sanatının temel niteliklerinden. “Parça-bütün” ya da “neden-sonuç” ilişkisi de hem düzdeğişmecenin hem de resim sanatının önemli bileşenlerinden. Venedik ressamlarından Rönesans resimlerine, Kübizmden Video Sanatına değin, plastik sanatların her aşamasında eğretileme ve düzdeğişmecenin niteliklerinden yararlanarak ilginç çözümlemeler yapmak olanaklı. Buradan hareketle, eğretilemenin ve düzdeğişmecenin (başta plastik sanatlar olmak üzere) diğer sanat alanlarındaki karşılıklarını bulabilmek için kavramsal açımlama yapılması, yeni kavram ve terimlerin üretilmesi bir zorunluluk. Sözgelimi, plastik sanatlarda “plastik eğretileme(*)” veya “plastik düzdeğişmece” gibi işlevsel terimler üretilebilir. Ancak, bu tanımlamaların niteliksel anlamda çoğaltılması da gerekir: Uzamsal eğretileme / uzamsal düzdeğişmece, hacimsel eğretileme / hacimsel düzdeğişmece, renksel eğretileme / renksel düzdeğişmece vb. tanımlamalar, çözümlemeye (*) André Lhote bir yazısında “plastik metafor” terimini kullanıp ilginç görüşler öne sürüyor. (Bknz: Andre Lhote, Sanatta Değişmeyen Plastik Değerler, s.57 , Çeviren:Kaya Özsezgin) ilişkin düşünce üretimini artırmaya olanak sağlar. Böylesi bir çaba ise karşı karşıya kalıp algılamaya çalıştığımız sanatsal nesneyi anlamlandırma uğraşımızda en büyük yardımcımız olacaktır.
Ve “...Şimdi Haberler”Atilla İlkyaz, dokuzuncu kişisel sergisinde oldukça ilginç işleriyle çıktı, alımlayıcılarının karşısına. Gazete kesikleri, kupürler vb. malzemelerin büyütülerek çoğaltılması ile elde edilen “altlıklar” üzerine kendine özgü çizgisel simgelerini yerleştiren Atilla İlkyaz, resim serüveninin belki de en önemli sergilerinden birini gerçekleştirdi. Bildik ya da tekdüze resimsel öğelerin hiç kullanılmadığı ya da çok az kullanıldığı bu sergide, odak noktasının kavramsal düzeyde örgütlendiği söylenebilir.
Marchel Duchamp’ın pisuarından, ya da Andy Warhol’un sıralanmış çorba kutularından bu yana sanat nesnesinin ne olduğu tartışılmakta. Bu tartışma, o bir türlü tanıma gelmeyen “Güzel nedir?” sorusuyla koşut olarak varlığını sürdürüyor. Bir pisuarın sergi salonunda kendine yer bulması, sanatın ve sanat yapıtının tanım alanında çeşitli sarsıntılara yol açarak, sorunun nesnenin değeriyle değil, bağlamsal nitelikleriyle ilgili olduğunu ortaya çıkardı. Eğer bir pisuar, ya da hazır çorba kutuları “sanat yapıtı” olarak kabul edilecekse, “sanat yapıtı olmayan”ın tanımlanması da bir gereklilik haline gelmiş demektir. Bu yöndeki düşünceler 60’lardan sonra gelişen kavramsal sanat tartışmalarıyla alanını genişletirken, algı sınırının düşünce eşiği ile olan ilişkisi önem kazandı. Bu durum, kimin bir pisuarı sanat yapıtı olarak alıp evinin en değerli köşesine yerleştireceği tartışmasını başlattı. Bütün bu gelişmelere verilecek yanıtların oluşturacağı bağlam, esasen algılayıcı öznenin kişisel nitelikleriyle doğrudan ilişkilidir.
İşte Atilla İlkyaz “...Şimdi Haberler”de böylesi bir algı düzlemi oluşturuyor. Bu oluşum, başta Atilla İlkyaz olmak üzere, sergi salona giren herkesi bütünüyle saltık bir hesaplaşmanın odağına çekiyor. En başta “ressam”ın kendisi, altlık olarak kullandığı görüntülerle hesaplaşıyor. Bu hesaplaşmanın özeti, görüntüler üzerine işlenen, dökülen, çizilen kişisel imlerde varlık buluyor. İlkyaz, resimlerinde kendine özgü bu simge dilini sıkça kullanıyor. Simgelerinin kendine içkin alfabe karşılıkları da var. Ve sergiyi izleyen herkes bu imlerle hesaplaşmak gereksinimi duyuyor.
Böylesi bir sergide karşımıza çıkan işlerin tanımının nasıl yapılacağı ayrı bir sorunsal. Resim mi fotoğraf mı olduğu “anlaşılmayan”, ama bu anlaşılmazlığı içerisinde belirli bir forma sahip olan, sıralı bir düzen içeren ve bir “uzay” oluşturan çalışmalar, algı yolunun çetinliğinin kanıtı. Alımlayıcılar olarak, “...Şimdi Haberler”in karşısında nasıl bir tavır takınacağımız tam bir açmaz. Bilindik sergi gezicileri, bir tablonun karşına geçip “güzel’e olan tutkularıyla” iç geçirmeyi bir erdem sandıklarından bu sergide bir hayli zorlanacaklar. Karşısında durup iç geçireceğiniz türden bir çalışması yok çünkü İlkyaz’ın. İşler karşısında belki çığlık atabilirsiniz. (Ki bu da pek olanaklı değil.) Daha çok bir iç burkulması ya da suskunluk yaşanıyor. Bu suskunluğun birincil nedeni, sergi salonunda yer alan birden çok varlık tabakasından kaynaklanmakta. İlkyaz, birden çok varlık tabakasını bütünleştirip geçişimli bir ilişkiyi plastik olarak tanımlıyor. Bu tanımlamanın önemli öğelerinden biri de sergileme boyunca seslendirilen müzik. Genç besteci Onur Özmen tarafından bu sergi için bestelenmiş özgün müzik, sergi salonunda bulunduğunuz sürece ve sonrasında etkisini sürdürüyor. Böylelikle alımlayıcıların tümel bir olguyla yüzleşmesi sağlanıyor. Reel olandan (fotoğraflar) simgesel olana atlayan sunuş tarzı, ikircikli bir durum oluşturuyor. Yüzeyde görünenlerin dışında, görünmeyenin ya da simgelerle görünür kılınanın karşılığı eni konu tartışmalı. Bu tartışma, reel ile simgesel arasındaki geçişimin ressamın simgeleriyle gerçekleşmesinden kaynaklanıyor. Yüzey yapı derin yapıyı simgesel bir perde ile gizlemekte. Bu perdenin açılması, varlıkbilimsel bir işlem gerektiriyor.
Birbiriyle geçişim içerisinde bulunan çoklu yapının bir başka karşılığı da “varoluşsal bağlam”. Fotoğraflardaki reel olan, imlerdeki simgesel olanla ancak varoluşsal bir düzlemde ilişkilenebilir gibi geliyor bana. Zaten bu serginin ya da İlkyaz’ın beş yüz işinin oluşma gerekçesi de sanırım böyle bir kaygının sonucu. Herhangi bir çalışmanın karşısında durup, gördüğünüz “şeyi” algılamaya çalıştığınızda üç olgu sizi karşılamakta: Birincisi altlık olarak kullanılan fotoğraf, ikincisi ressama ait çok çeşitli imler ve Onur Özmen’in müziği. Bu üçlü varlık tabakasını deşifre etmenin gerekliliği, serginin bir “resim sergisi” mi, yoksa kavramsal bir kuşatma mı olduğu sorusu üzerinde odaklanıyor.
Odağı hayatın negatif ya da pozitif sonsuzuna ayarlanmış bir bağlamda oluşan varlıksal bir eğretilemenin katmanlarında karşılaştığınız her iş, sonsuz yalnızlığınızı ve çaresizliğinizi duyumsatıyor. Başka bir anlatımla, Atilla İlkyaz’ın bu sergisi, her anlamıyla varlıksal bir eğretileme olarak adlandırılabilir. Eğretilemenin uzamsal boyutu (sergilenen on altı iş olduğu halde, yaklaşık beş yüz benzer nitelikte çalışma olduğu göz önüne alınırsa) bütün bir hayatı içerisine alırken, anlamsal boyut alımlama eşiğinize bağlı. Asıl ile suret, resim ile resmedilen, gerçek ile simge arasındaki “yerine geçme” ilişkisi kaotik bir olgu. Eğretilemenin döllendiği ve kendini izleyiciye rağmen var kıldığı alan, plastik olanın sınırlarını zorlamakta. Bir iletişim modeli ile karşı karşıya kalmış olmanın iç sıkıntısı egemen. Nasıl algılayacak, iletişimi kiminle ve nasıl kuracaksınız? Bir iletişim olanağı var mı? Yoksa her şey, kaçınılmaz bir iletişimsizliğin ulağı mı?
Karşı karşıya kaldığınız her çalışma, ikili varlık tabakasıyla bu gerilimi yaratıyor. Altlığı oluşturan kupürler ve bu kupürlerin fotokopi ile çoğaltılıp büyütülmesi, bir yönüyle Andy Warhol’un “M.M” portrelerini anımsatıp, o portrelerin bütünlüklü kavramsal gücünü bugüne taşımakta. Bir yandan da W.Benjamin’in “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” adlı makalesini anıştırıyor.
Acaba karşı karşıya olduğumuz “şey”, hayatın bir röprodüksiyonu mu? Ya da bütünlüklü bir insanlık tarihi retrospektifi mi? Ne yanıt verilirse verilsin, sorun, temsil etme olgusunda odaklanıyor. Bir simgenin, ya da bir yönüyle simgesel / imgesel bir varlık olan sanat yapıtının temsil etme niteliği ne? Neyi temsil ediyor, Atilla İlkyaz’ın “...Şimdi Haberler”i?
Altlık olan kupürlerin üstünde birer hayalet gibi uçuşan, konuşan, öpüşen simgeler: postlar, yatık başlar ve diğerleri... Temsiliyetin figüratif karşılığı, tam anlamıyla kaotik bir döngüye eviriliyor. Temsil edilen ve karşısında çoğu zaman edilginlik içerisinde kaldığımız şey, hayatın ta kendisi. Ne fazla ne eksik. Bu hayatın içerisinde olan ve “gören” bir gözün, duyarlı bir ben’in, yaşadığı her şeyi simgelerle örerek karşımıza çıkardığı kurmaca bir hayat! Hayatın kurmaca hali, tasarımın başat öğesi. Ancak, önemli bir farkla: Buradaki kurmaca saltık mimetik bir nitelik taşımıyor. Aksine, taklit etmekten çok temsil ediyor ve bu temsiliyeti gerçekleştirirken de iki uzayın, iki dünyanın, iki bağlamın sınırlarını zorluyor. Bir katharsis söz konusu değil. Belki de arınmanın olanaksızlığını belirleyen, daha çok “arınamamayı” tanımlayan negatif bir katharsisten söz edilebilir. Arınamayacak olmanın tüm gerçekliği ile negatif bir katharsis... Gerçek ile düş, varlık ile yokluk, olan ile olunan ve daha birçok ikili karşıtlıkla ya da benzerlikle geliştirilebilecek kurmaca bir hayat sureti... Bir yandan da suretin tersinen varlığı. Mutlak bir “bunaltı” duygusu yaratan, negatif katharsisin karşı konmaz çekiminde varlıksal bir savruluş. İletişim kurmaya çalıştığımız temsili yapı, içinden çıktığı aslı inkara ve redde yelteniyor. Çünkü tümel bir yanlışlık söz konusu. Belki de “yanlış bilincin” derin sularında boğulmamak için gösterilen bir çaba. Resim sergilerinin tüm bilindik verilirine saldırıyor İlkyaz. Dahası sado-mazoşist bir cüretle “haddini” aşıyor.
Ey “sanat sevicileri”, bu “sergiden” bir tek “resim” satın alamayacaksınız. Evinizin salonuna asıp karşısında kendinizi tatmin edebileceğiniz, konuklarınıza gösterip eğlenebileceğiniz “resim” yok burada. Çünkü resimlerin altında “imza” yok. İmzasız bu “resimleri” mülkiyetinize almanız, sahip olmanız olanaklı değil. Ne yazık ki milyonlarınız, milyarlarınız bu sergi salonunda geçersiz. Çünkü hiçbir “resmin” fiyatı da yok! Atilla İlkyaz, bir “delilik” ederek “resimlerini satmayı” amaçlamamış, imza ve fiyat koymamış hiçbir “resme”. Satılacak ya da alınacak bir “şey” yok ortada. Bu durum çok önemli. Fiyatı olmayan bir nesne, doğal olarak pazarın dışında kalır. Bu ise, anamalcı düzeneğin sindiremeyeceği bir çılgınlıktır. Fiyatı olmayan, satılamayacak, pazarlanamayacak ve bu anlamda da sistemin safra diye dışarı atacağı kesin olan bu çalışmalar, sosyopolitik bir bakış açısıyla farklı bir bağlamda yorumlanabilir. Ama esas olan, sanatçının içinde yaşadığı, yaşamak zorunda olduğu hayata karşı bu tür bir eylemi, kavramsal ve plastik öğelerle örgütlemesidir. Bu noktada da, bir resim sergisinde miyiz, sorusuna verilecek yanıt ne olacaktır?
Yoksa “resim” olmayanın kendini var etmeye çalıştığı bir döngü mü, karşılaştığımız “şey”? Cezmi Orhan
Asıl ile suret, parça ile bütün, neden ile sonuç ilişkileri, (plastik bağlamın ötesinde) eğretileme ve düzdeğişmecenin olanaklarıyla yeni, belki de çok eski bir anlam evreni mi yaratmakta? Sömürünün, kanın, vahşetin, dehşetin, ölümün, öldürmelerin olduğu, yine de içinde yaşanılmak zorunda kalınan o bildik dünyamızın ve “yanlış hayatların” doğru yaşanması gerektiğine duyulan inancın, yani yaşıyor olmanın gündelik şiddeti mi sergilenen?
Mutlak ve saltık anlamıyla, hayatın ve yaşananın pornografik bir sunuşu mu?
Gölgeler kentinde yitik bir ben’in, kendini kendi kendine adlandırma denemesi mi ?
Sorular sonsuzca çoğaltılabilir. Ama kesin olan şu: Kaçacak, saklanacak, korunacak delik yok. Gözlerinizi sonsuza değin yumsanız da göreceksiniz!
Başlıyor, otuz iki kısım tekmili birden, büyük insanlık komedyası; sadece üç gösterim için:
“. . .ŞİMDİ HABERLER...”
Serdar AYDIN
Nisan 2001, Ankara *(1) Eski Ahit, Vaiz, Bap 1, 18
*(2) Auguste Strindberg, Gizli Günlük, s.67, (Türkçesi: Işıl Türkşen)
NOT : Resimleri büyük boy görmek için üzerine tıklayın