''Boğucu Kültür'' adlı 80 sayfalık reddiyesine kültür sözcüğünün muğlaklaşmış anlamını tartışarak başlayan Dubuffet, kültürün bir kurumlaşma girişimi olduğunu, içerdiği ''geçmişin eserleri'' bilgisinin ya da daha genel olarak, düşünsel etkinlikler ve sanatsal yaratı olgusunun bu kurumca belirlendiğini, kurumun sınıfsallığını, kültür ve sanatla uğraşan elitlerinse kuruma yön veren sınıfla bütünleştiğini keskin bir üslupla sergiliyor.
HEPİMİZ bir dilin, bir kültürün kucağına doğarız. Konuşmayı yeni yeni öğrenen çocuk attığı her adımda, içeriği o dünyaya gelmeden çok önce doldurulmuş kelimeler ve kavramlarla tanışır. Büyüdükçe, aldığı eğitim ve edindiği bilgilerle, bu kavramlara yüklenen anlamlarla, hiç değilse bir kısmıyla -şüphesiz- çatışacaktır. Ama üzerinde toplumsal konsensus sağlanmış öyle kavramlar vardır ki, dokunulmazlıklarını dünyaya sanki vahiy yoluyla inmişçesine koruyabilirler.
Kültür, sanat, edebiyat ya da bilim gibi insanın yaratıcı faaliyetleriyle ilgili kavramlar bu türdendir; ''masumane'' ama kesin kabüllerle sızarlar hayatımıza. Roman okumak, müzik dinlemek, tiyatroya ya da sinemaya gitmek, işini bilgisayarlarla görmek doğası gereği ''iyi''dir; ''ileri'', ''çağdaş'', ''modern'' olmanın belirtisidir. Bu o kadar apaçıktır ki, üzerinde düşünmeyiz bile. Oysa kültürel miras ya da tarih bilgisi işte böylesi bir anda devreye girmeli, bilim ve teknolojinin en ileri ürünlerinin yaratmaktan çok yok etmek için kulanıldıkları gerçeğiyle yüzleştirmeliydi bizi; geçmişte Hiroşima ve Nagazagi’de yüzbinlerce sivili katleden atom bombalarının faturasını sadece askerlere değil fizik dehalarına da çıkartmalı, bugün bilimin diğer dallarıyla ''zenginleştirilmiş'' teknoloji ürünlerinin dünyanın her köşesinde sivil halka nasıl da ölüm kustuğunu haykırmalı, karşısında saygıyla eğildiğimiz bilim ve teknolojinin ilk önce savaş endüstrisinin hizmetine sunulduğunu hatırlatmalıydı.
Peki ya
kültür, sanat ve edebiyatın elleri daha mı temiz? Militarizm, yani insanlığın en eski, en kaba kültürü, aynı insanlığın yüzlerce yıldır binbir zahmetle filizlendirdiği barışçıl düşünceleri her seferinde bir kez daha çiğnerken, ona dur diyemeyen kültüre, sanat ve edebiyata kuşkuyla yaklaşmak gerekmez mi? Elbette gerekir, gerekmelidir. Öyleyse, Walter Benjamin’in, ''Aynı zamanda barbarlık belgesi olmayan hiçbir uygarlık belgesi yoktur'' sözünü de arkamıza alarak insanın yaratıcı dediğimiz faaliyetlerinin iyinin, doğrunun, güzelin dolaysız teminatı sayılamayacağını çekinmeden söyleyebiliriz. Lionel Richard’ın ''Nazizm ve
Kültür'' incelemesinde vurguladığı gibi; ''Nazizmden sonra bizler artık sanata / edebiyata dik, kusursuz bir gözle bakamayacağız, çünkü kişinin akşam Goethe’yi, Rilke’yi okuyup, Bach ve Schumann dinleyip ertesi gün bir toplama kampındaki korkunç görevine çekinmeden başlayacağını biliyoruz''.
''Boğucu Kültür''Jean Dubuffet, ''
Boğucu Kültür'' adlı deneme kitabında
kültür ve sanata işte böyle bir bakış açısıyla, sözünü ettiğim önkabülleri sorgulayan radikal bir tavırla yaklaşmış. 80 sayfalık reddiyesine
kültür sözcüğünün muğlaklaşmış anlamını tartışarak başlayan Dubuffet, kültürün bir kurumlaşma girişimi olduğunu, içerdiği ''geçmişin eserleri'' bilgisinin ya da daha genel olarak, düşünsel etkinlikler ve sanatsal yaratı olgusunun bu kurumca belirlendiğini, kurumun sınıfsallığını,
kültür ve sanatla uğraşan elitlerinse kuruma yön veren sınıfla bütünleştiğini keskin bir üslupla sergiliyor.
Dubuffet’ye göre ''kültürün durumu, adı söylenir söylenmez erdemi - etkisi uçup giden birçok başka şeyin durumu gibidir''. Gerçekten de
kültür dendiğinde aklımıza önce bütün zenginliğiyle sanat ve edebiyat gelir. Sonra bir toplumun yüzyıllara yayılan maddi ve manevi birikimini düşünürüz, ki bunlar arasında felsefi düşünceden folklore kadar bir dizi düşünce ve davranış biçimi yer alır. Ama eninde sonunda düşülen nokta her ulus devletin kendi ihtiyaçlarına göre tanzim ettiği, sanattan ve folklorden ayrılmış, reklama göre tasarlanmış, adab-ı muaşeret kurallarına indirgenmiş bir ''modern
kültür'' kavramıdır.
Kültür, sadece insanın manevi etkinliği sayılarak üst yapı tartışmalarıyla anlayabileceğimiz bir kavram değildir. Çünkü her
kültür bir ekonomik sistem üzerine oturur, o sistem ve sisteme egemen olan sınıfın düşünceleriyle şekillenir. ''Yani, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen entelektüel gücüdür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının denetimine de sahiptir''. Geçmişin ve bugünün sanatsal ürünlerine ekonomik, etik veya estetik açıdan ''değer''i biçen, değer atfettiği ürünleri koruma altına alan ve bu ürünleri insanlığın
kültür mirası olarak selamlayan aynı sınıftır. Öyleyse, her alanda, yatay dizilişler ve düzensizce kaynaşan zengin çeşitlilikler yerine, sıkı hiyerarşiler kurmaya eğilimli bir sınıf tarafından yaratılan ''modern'' Batı kültürünün seçici, sınıflayıcı, sabitleyici ve hegomonyacı niteliğinin günümüz kapitalizminin sermaye birikimi ve tekelleşme eğilimiyle benzerliğine şaşırmamalıyız. Bu durumda sanat yapıtının değerini üreten kişi de aslında sanatçının kendisi değil, sanatçının yaratıcı gücüne duyulan inancı üreten ve bir fetiş olarak sanat yapıtının değerini biçen üretim alanıdır.
Halkların ‘yeni’ afyonuSeçmeci ve tekelci eğilimiyle Batı kültürünün temel özelliği ''bazı ürünleri kuvvetli bir ışıkla aydınlatmak, geri kalan her şeyi karanlıkta bıraktığına aldırmadan, ışığı bunlar yararına tekelleştirmektir''. Kaynağını bu ayrıcalıklı ürünlerden almayan bütün yaratma istek ve hevesleri ise boğularak ölürler. İşte bu nedenle, sanılanın aksine, kültürel alan kısıtlayıcı, daraltıcı, gece doğurucu, eleyici ve yoksullaştırıcıdır; onda eksik olan, adsız, sansız, sayısız çimlenme, filizlenme duygusu, duygudaşlığıdır.
Kültürel alana devletin müdahalesinden toplumdaki sanat algısına, sanatçıların ayrıcalıklı yerlerinden hoşnutluğundan farklı kültürlerin tahakküm altına alınmasına kadar pek çok konuyu mercek altına alan Dubuffet’nin düşüncelerini özetlemeyi son bir alıntıyla bitiriyorum: ''
Kültür, vaktiyle dinin tuttuğu yeri alma yolunda. Tıpkı din gibi şimdi onun da rahipleri, peygamberleri, azizleri, yetkililerden oluşan organları var. Taç giymeye göz diken fatih, artık halkın önüne yanında piskoposla değil, Nobel ödüllülerle çıkıyor. Yolsuzluğa batmış senyör, günahlarını bağışlatmak için, artık tekke değil müze kuruyor. Artık seferberlikler de
kültür adına yapılıyor, haçlı seferleri de
kültür adına düzenleniyor. ''Halkların afyonu'' rolünü oynamak da artık ona düşüyor.''
‘68’in rüzgarıylaİlk yayım tarihi 1968’e denk gelen ''
Boğucu Kültür''deki değerlendirmeleri abartılı, öfkeli ve sert bulabilirsiniz. Ancak bütün bu sözler
kültür ve sanatı aşağılamak anlamına gelmiyor, tersine, bizleri baskı ve tahakküm aracına dönüşmüş kurumsal bir kültürün basitleştirici ve yoksullaştırıcı aracılığını yok etmeye, değer kavramı arkasına gizlenmiş hiyerarşik ilişkileri açığa çıkarmaya, bu kabul edilmiş kavram ve biçimler ağını yırtmaya çağıran Dubuffet, kültürel alanı yeniden düşünmenin, başka bir sanatsal faaliyet biçiminin ve başka bir insanın arayışı içerisinde. Kültürü ağır suçlarla yargılamayan, boşluğunu ve ruhça sağlıksızlığını kuvvetle vurgulamayan bir sanat eserinin bu arayışa yardımda bulunamayacağını da biliyor. Dubuffet’nin bir kültürle bir diğeri arasında tercih yapmak ya da kendi kültürünü ıslah etmek gibi geçici, üstelik bir süre sonra kurumsallaşma tehlikesi de barındıran çözümlerle işi yok. O, sözlükteki kelimelerin ve kabul edilmiş fikirlerin (ve formların) büyüsüne karşı sürekli bir seferberlikten yana; haklarında kuşku duyulmayan ''kutsal'' kavramların dünyayı eksiksizce yansıttığı iddiasına karşı kelimeler ve fikirlerin (ve formların) keyfi ve geçici olduklarını, yerlerini pekâlâ tamamen farklı başkalarına bırakabileceklerini, sadece anlık atlama noktaları olarak kullanılmaya yaradıklarını vurgulayan ve vurgulamaktan hiç bıkmayan sorgulayıcı bir tavır bu.
Yazarın kendisinin de ifade ettiği gibi, her zihinsel faaliyet bir bağlam içerisinde değerlendirilmelidir. Dubuffet’nin bütün dünyada devrim rüzgarlarının estiği, ama sadece siyasi iktidarları değil, kültürü, sanatı, edebiyatı, cinselliği, kısacası hayatın her alanını silkelediği bir tarihte dile getirdiği meselelerin o yıllarda pek çok aydın tarafından paylaşıldığını unutmamak gerekir. Rock’n roll’ün, Yeni Roman’ın, avant-gard akımların, müziğin, edebiyatın, plastik sanatların geleneksel yapılarını paramparça ettiği, dünyaya henüz yaratıcılarının dahi tam olarak ifade edemediği yeni anlamlar kattığı, bağımsız sinemanın kitleleri sarstığı yıllardı ‘68’ler. İtalya’da ''Yeni-Gerçekçilik'', İngilitere’de ''Özgür Sinema'', Fransa’da ''Yeni Dalga'' akımları film setlerinden, salonlardan çıkıyor, fabrikalara, kentlerin yoksul mahallelerine, sıradan insanların sıradan, renksiz, bunaltıcı ve hüzünlü hayatlarına çevirdikleri kameralarıyla sinemasal gerçek ile yaşamsal gerçek arasındaki sınır çizgisini çok değişik noktalarda yeniden çiziyor, politikleşmiş muhalif estetik bir tavrın manifestosunu haykırıyorlardı.
''Yolların ucu yoktur...''Sadece bu üç ülke aydınıyla sınırlı kalmadı sinemada başlayan isyan, eski kıtanın tamamına, oradan yeni dünyalara yayıldı. Ortak paydasını geleneksel ve kurumsallaşmış kültürün reddinde bulan bu isyanı, Yeni Amerikan Sinema Topluluğu’nun ''
Boğucu Kültür'' ile birebir örtüşen manifestosu ile özetleyeceğim: ''Dünyanın her yerinde resmi sinemanın soluğu kesiliyor. Bu sinema törel yönden çürümüş, estetik yönden modası geçmiş bir sinemadır. Dramatik yönden de yüzeysel ve sıkıcıdır. Görünüşte zahmete değen, yüksek bir estetik ve törel değer taşımak savını taşıyan, eleştirmen ve seyircinin de böyle kabul ettiği filmler bile, sinema ürününün çöküşünü açığa vuruyor. Bu filmlerin meydana getirilişindeki ustalık bile bunların yargılarındaki sahtelik, duyarlık eksikliği, deyiş yokluğu için bir örtü olmuştur. (...) Biz para kazanmak için değil film çevirmek için biraraya geldik ve bunu Amerika’yla kendi kuşağımızla işbirliği yaparak gerçekleştireceğiz. Ortak bir duygu, ortak bir öfke ve benzer bir sabırsızlık bizi kendi aramızda birleştiriyor ve bizi aynı zamanda bütün ''Yeni Sinema'' hareketleriyle birleştiriyor. Onlar gibi biz de artık yaşam ve sanatlar konusundaki büyük yalandan bıktık. Onlar gibi biz de yalnız ''Yeni Sinema''dan değil, aynı zamanda ''Yeni İnsandan'' yanayız.''
Neredeyse kırk yıl geçti bu belki sert ve uzlaşmaz ama hedefini de sektirmeyen ifadelerin üzerinden. Kültürel aygıtın geldiği devasa boyutlar içinde,
kültür ve sanat ürünlerinin düzenlenmiş, kayda geçirilmiş, sanayi üretimine uydurulmuş, satılık ve kullanılabilir metalar olduklarına Batılı toplumlarda artık hiç kimsenin itirazı yok, itirazı olanlarınsa seslerini duyuracak güçleri... İşte böyle anlarda üretmekle tüketmek arasındaki ayrımı kaldırarak söz konusu alanları demokratikleştirmeyi hedefleyen, sanatın ve sanatçının ''aura''sını parçalayan, eserin bir yaratım değil üretim olduğunu benimseyen, estetik yargıların tarihselliğini / ideolojikliğini vurgulayarak kavgayı siyasi alana da yayan sesleri yeniden duymak, düşünen ve eyleyen insana duyduğumuz güveni bir kez daha tazeliyor..
Bakmayın başka bir dünyanın mümkün olmadığını, başka türlü düşünmenin saçmalık olduğunu söyleyenlere, Dubuffet gibi isyankarların sesine kulak verin; ''Bir yolun sonunda saçmalık ve imkansızlık olması önemli değildir; doğru çizgi oldukları varsayılırsa, bütün yollar sonunda saçmalığa ve imkansızlığa çıkar. Etkili olan, iş gören, yürünen doğrultudur, eğilimdir, konumdur. Yolun ucunda ne olduğuna aklınızı takmayın. Yolların ucu yoktur, erişilecek bir uç yoktur.'' Korkmayın, yürüyün!